‘CUMHURİYET’ ÜZERİNE BİR ANALİZ
CUMHURİYET, KUTSAL BİR İDEOLOJİ VE DEĞİŞMEZ BİR KLİŞE MİDİR?
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana 100 yıl geçti.
Ancak, cumhuriyet kavramının katı ve değişmez bir ideolojiye dönüşmesini ve ulaşılacak en yüksek hedef olarak zihnimizde yer etmesini sağlayan, temelindeki indirgemeci ve toptancı siyasi algılama ve yorumlama biçimimiz neredeyse değişmeden varlığını sürdürüyor.
Bayramlarda devlet erkânı ve yetkililer tarafından verilen beyanlara ve irat edilen nutuklardaki mesajlara bakalım:
-“Cumhuriyet, çağdaşlaşmadır, laikliktir, devrimlerdir”
-“Cumhuriyetle doğduk,” “varlığımızı ona borçluyuz”
-“Cumhuriyetle keyfilikten, kul olmaktan kurtulduk ve insanlık onurunu kazandık,”
-“Geçmişin karanlığından kurtulmak…,” “ilke ve inkılapları koruyup kollamak,”
-“İç ve dış düşmanlar, “ var olmak, yok olmak…,”
-“Ülkesine ihanet eden padişah..,”
-“Cumhuriyet devrimi bitmedi, halâ devam ediyor,”
-“Devrimin yılmaz bekçileri olacağız…çağdaş uygarlık yolundan bir adım bile sapmayacağız”
Hep geçmişle hesaplaşma…Hep yıkılma veya geriye dönüş korkusu…Hep “monarşiye (padişahlığa) karşıtlık” tezini canlı ve diri tutma kaygısı…Hep hedefinden sapma şüphesi…
Neden cumhuriyetin varlığını ve sürdürülme gereğini hep aynı yüksek heyecan ve hamaset dozuyla “var olmak ya da yok olmak” tercihine ve “Osmanlı’ya karşıtlık” tezine dayandırıyor ve “içinden çıktığı döneme tepkisellik” niteliğini sürekli vurgulama zorunluluğunu duyuyoruz?
Artık, günümüzde monarşiyi (padişahlığı) diriltme tezinin “boş bir hayal” olduğu ve buna yönelik çabaların hiçbir gerçekçi temele oturmayacağı tartışma bile götürmeyecek kadar açık bir gerçektir.
Ülkelerin varlığı ve siyasi gelişme süreci, tarihi süreklilik içinde oluşur ve sürdürülür. Hiç bir ülke ve üzerinde hükümran olan devlet, bir gecede buharlaşıp yok olmaz ya da hiç yokken akşamdan sabaha var olmaz.
Devletler, dönemlerinin geçerli sosyal veya siyasi şartlarının etkisi altında ve uzun bir tarihi birikimin ürünü olarak ortaya çıkarlar. Bu bakımdan, kuruluş ve var olma gerekçesini tarihin belli bir kesitinden başlatarak geçmişin mirasını reddetmek, tarihe ve tarihi sürekliliğin doğurduğu sonuçlara duygusal ve tepkisel bir tavırla yaklaşmak doğru değildir.
Konuya, ideolojik fanatiklikten uzak, sağduyulu, akılcı, gerçekçi ve soğukkanlı olarak yaklaşmak gerekir.
Bir sistem, ayakta kalmak için bu kadar uzunca süre kuruluş dönemindeki tepkisel varoluş nedenine dayanma ve hep aynı ritüelleri tekrarlama ihtiyacını duyuyorsa, geleceğe yönelik güven verme ve değişimi karşılama gücünü kaybetmesi son derece doğaldır.
Bir toplumun veya bir grubun, değişen sosyal, siyasi ve kültürel şartlara rağmen, eğitim müfredatında ve anma günlerinde sürekli referansını geçmişten alan aynı terimleri, klişeleri ve sloganları kullanması ve aynı ritüelleri tekrar etmesi, sosyal psikolojide ve siyaset psikolojisinde aşağıdaki tanımlarla yerini bulan bazı psikososyal patolojilere yol açabilmektedir:
-İçtenlikten uzaklaşmayı, şekilciliği ve anlam aşınmasını ifade eden “ritüelistik tutuculuk,”
-Geçmişe bağlılığı ve idealize edilmiş belli bir döneme saplanıp kalmayı anlatan “sembolik ölümsüzlük,”
-Oluşturulan “cumhuriyet taraftarlığı” ve “cumhuriyet karşıtlığı” dikotomisi üzerinden keskinleştirilen ve çatışmacı bir iklime yol açan “biz” ve “onlar” ayırımcılığı,
-Geçmişin politika ve uygulamalarına yönelik abartılı övgülerin, bir “saadet dönemi” algısı oluşturarak toplumun gerçeklerden uzaklaşmasına ve hayal dünyasında yaşamasına neden olabilecek “nostalji kıskacı”
-Aynı noktada sabit kalma eğilimi gösteren tutumlar nedeniyle değişime direnmeye yol açan ve yeni durumlara uyum sağlama becerisini zayıflatan “psikolojik ve sosyal donukluk…”
“Kurucu mitlerin” ve bunlara yönelik ideolojik klişelerin “tartışılmazlık zırhı” altında topluma yaygınlaştırılmasına yönelik uzun süreli sistematik propaganda ve endoktrinasyon programlarının, insanların zihin yapıları ve tutumları üzerindeki etkilerini dünyanın katı ideolojilerle yönetilen tüm ülkelerinde olduğu gibi, belli ölçüde Türkiye’de de görüyoruz.
Toplum ve devlet düzenimize, özü itibariyle 20’inci yüzyılın ilk çeyreğinde Avrupa’da yaygın ve popüler olan ve Cumhuriyetimizin kuruluşunu şekillendiren toplum ve devlet modellerinin dayandığı felsefi anlayışla ve siyasal düşünce kalıplarıyla bakıyoruz.
Bu anlayış, siyasal rejimde ve devlet düzeninde, “milliyetçiliğe dayalı totaliter ve merkeziyetçi otoriteryenizm;” yönetim felsefesinde ve toplum tasarımında, cumhuriyetimizin yapısını ve devrimleri şekillendirici işlevlerinde görüldüğü gibi, “pozitivist düşünce temelli seçkinci ve diktacı modernizm” olarak hükmünü icra etmiştir.
Cumhuriyet, “halkın egemenliği” fikrine ve “halkın seçtiği temsilciler aracılığıyla devlet yönetimini şekillendirmesi” esasına dayanan bir yönetim biçimidir.
Bir din, bir inanç sistemi veya ideoloji değildir. Kendisine bir kutsallık veya tartışılmazlık atfedilemez.
Tüm siyasi rejimler; monarşi, meşruti monarşi veya cumhuriyet, insan toplumlarının huzur ve barış içinde yaşamaları, gelişmeleri ve refahın nimetlerinden yararlanmaları için kullandıkları yönetim araçlarıdır.
Bu bağlamda cumhuriyet de, özünde mekanik bir yapı ve biçimsel bir yönetim çerçevesidir.
Öncelikle, cumhuriyetin oligarşik grupların ve belli zümrelerin hakimiyetinde ve güdümünde olmaması kaydıyla, çoğulcu demokrasinin içinde en iyi gelişeceği rejim olduğu gerçeğinin altını çizelim.
Önemli olan ona hayatiyet verecek ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamasını sağlayacak temel değerleri ve işlevleri kazandırmaktır. İçini hukuk devleti, insan hakları, düşünce özgürlüğü, çoğulculuk ve demokrasi ile doldurmadıkça bu yapının bir anlamı yoktur.
Hele cumhuriyeti, “her derdin devası” olarak görmek ve bundan daha öteye gidilecek bir nokta olmadığı saplantısına kapılmak, bizi çok yanıltıcı noktalara götürür.
Kaldı ki, cumhuriyet rejiminin de ortaya çıkan gelişmeler karşısında, hayatiyetini ve canlılığını koruması ve değişen şartlara ayak uydurabilmesi için, değişim dinamiklerinin ürettiği yeni değerleri ve anlayışları benimsemesi ve içselleştirmesi gerekiyor.
Cumhuriyet, tek başına demokrasiyi, insan haklarını düşünce özgürlüğünü ve çoğulculuğu garanti etmiyor.
Bunu, adı ve görünürdeki sistemi cumhuriyet olsa da demokrasinin gereklerini yerine getirmekten uzak, otoriter ve despotik özellikler gösteren Kuzey Kore, Suriye, Çin, İran ve Mısır gibi ülkelerin rejimlerinde görüyoruz.
Öte yandan, adları monarşi ya da krallık olsa da düşünce özgürlüğüne ve insan haklarına dayalı, çoğulcu demokrasiyi tüm yapı ve işlevleriyle benimseyen ve hayata geçiren birçok ülkenin varlığı, bize cumhuriyetin tek başına demokrasi anlamına gelmeyeceği gerçeğini açıkça gösteriyor.
Dünyadaki pratiklere baktığımızda, ülkeler bağımsızlık yıldönümlerini veya kuruluş bayramlarını kutlama biçimlerine ve verdikleri mesajlara göre ikiye ayrılıyorlar:
Gelişmiş Batılı demokratik ülkelerde, bayramların aşırı duygusal, hamasi ve korumacı-kollamacı bir tonla kutlanmadığını görüyoruz. Bu ülkelerde, bayramlar geçmişteki rejime tepki vermek, monarşi karşıtlığı ya da düşmandan korunma temasını dile getirmekten daha çok halkın egemenliğinin, temel hak ve özgürlüklerin, demokratik değerlerin ve ulusal birliğin sembolü olarak kutlanıyor.
Mısır, Çin, Kuzey Kore, İran gibi ülkelerde ise cumhuriyet bayramlarının, Batı’daki kutlamalardan farklı olarak daha duygusal, korumacı ve hamasi bir tonla gerçekleştirildiğini görüyoruz. Kutlamalarda, cumhuriyetin temel ilke ve değerlerinin yanı sıra, dış tehditler veya iç düşmanlara karşı koruma refleksi ön plana çıkmakta ve halkın devlete bağlılığının pekiştirilmesine önem verilmektedir. Türkiye, derece farklılıkları olmakla birlikte kategorik olarak bu grupta yer almaktadır.
Kuruluştaki 6 Temel ilke ile katı ve doktriner bir esas üzerinden klişeleştirilen cumhuriyet anlayışımızın, 100 yıldır insanların zihniyet yapısını ve dünyamızı değiştiren aşağıdaki temel süreçlerin ve değişim dinamiklerinin ortaya çıkardığı yeni şartlar ve gerekler ışığında güncellenmesi ve daha esnek ilkelere kavuşturulması gerekiyor:
-İkinci Dünya Savaşı sonrası demokrasi ve insan hakları hareketleri
-Düşünce ve inanç sistemlerindeki farklılıkların kabul ve saygı görme talepleri
-Kimlik ve temsiliyet taleplerinin artışı
-Postmodernizm ve çoğulculuk
-Küreselleşme süreci ve değişen ekonomik dinamikler -Teknolojik ilerlemeler, bilgi toplumu, İnternet devrimi ve sosyal medyanın getirdiği yeni talepler
-Çevre bilincinin yaygınlaşması ve sürdürülebilirlik…
Özetle, içinde bulunduğumuz 21’inci yüzyılda, toplum ve devlet olarak “cumhuriyeti” nasıl algıladığımızı, sistemleştirdiğimizi ve ifade ettiğimizi esaslı bir biçimde sorgulamamız gerekiyor. (PIROF. Dr. Ulvi Saran’dan alıntı, Karar)
ZİYARETÇİ YORUMLARI
BİR YORUM YAZ