MADIMAK SİZİN NEYİNİZ OLUR?
“Ne oldu, nasıl oldu, neden oldu?” soruları hemen her kesimin kendi doğrularını savunması ve parlatmasıyla hala sisli olsa da; insan, bir taraftan bu mümbit coğrafyada Anadolu gibi zengin bir açık hava kütüphanesinin göğsünden hikmet emerken, öbür taraftan da henüz 30 yıllık bir geçmişe ait hakikate bile ulaşamamanın sancısı ile kavruluyor.
Zira kendini laik ve seküler olarak tanıtan grup, bu işin sorumlusu “radikal” Müslümanlardır diyerek, tarihte yaşanan benzer olayları örnek gösterip bu işin sorumlusu “muhafazakâr” kesimdir diyor; bu yaftayı kabul etmeyen muhafazakâr kesim ise “bu bir provokasyondu, her şey Sünni kesimi Alevi kesime karşı kışkırtmak için bir kurgudan ibaretti” diyor. Yaşanan bu acı olayın baş faili olarak Aziz Nesin’in bazı açıklamalarını gösterenler de “azımsanmayacak” durumda.
İşin tuhafı aradan geçen onca süreye rağmen hangisinin doğru olduğu, hangi tarafın hakikati haykırdığı da koyu bir sis perdesi altında kişinin içinde bulunduğu çevreye, aldığı eğitime, sosyo- ekonomik durumuna ve pek tabi ki sahip olduğu ideolojik düşünceye göre değişiyor.
Yani aslında yaklaşık 30 yıldır “Madımak” hakkında çokça şey yazıldı, çokça şey söylendi. Türküler yakıldı, kitaplar yazıldı, şarkılar bestelendi, ağıtlar göklere yükseldi. Ama acılar dinmedi, yaralar kapanmadı. Çünkü bu katliamın fail ya da failleri, aradan geçen onca süreye rağmen bulun(a)madı.
Resmi kayıtlara “tahrik” olarak geçen bu makûs olayın hedefi açıkça Alevi-Sünni çatışması yaratmak ve toplumu geri dönülemez bir kargaşaya götürmek olsa da; ikisi otel görevlisi 35 kişinin canına mal olan bu olayın aradan geçen onca süreye rağmen hala aydınlatıl(a)mamış olması, bizim adalet kavramından ne anladığımızı da yazık ki gösteriyor.
Dolayısıyla bu iş, ne “unutursak kalbimiz kurusun” gibi hamasi ve ruhsuz sloganlarla geride kalanların acısını hafifletmeye çalışacak kadar basit; ne de “zamanaşımına uğradı” diyerek üstü örtülecek kadar sıradan.
Çünkü kabul edip görmek istemesek de;
İnandıklarını cesurca söyleme cesareti olanlar, insanlığın geleceğini aydınlatıyorlar ve yaşadıkları çağın soyluları olarak yaktıkları düşünce ateşine atılsalar bile, sadece bedenleri yok oluyor, fikirleri yaşamaya devam ediyor. Victor Hugo ‘Bir idam mahkûmunun son günü’ romanında bu durumu ‘sepete kellesi düşen insanların ömrünün, o kelleyi kesen ve bu durumu alkışlayanlardan çok daha uzun olduğunu’ söyleyerek anlatıyor.
Bana sorarsanız; insanları sözüm ona din ve şeriat(!) uğruna, Allah adına(!) yakan bir anlayış da, o yangına seyirci kalan zihin de, bu ülkenin mütefekkir kesimine yapılan bu saldırıya sessiz kalan algı da aynı ortak paydadadır ve kıblesi insan olan benim gibi birileri için hepsi de lanetlidir.
Zira hiçbir fikir ve ideoloji insan canından daha önemli olamaz. Hiçbir semavi din anlayışında insan canına kasıt bulun(a)maz. Hiçbir düşünce, insanı paranteze alıp veya yok sayıp kendi kutsallarını yüceltemez. Gönüller fethetmeyi emreden ilahi hitaba inandığını söyleyen ve bu inançla “Müslüman” olduğunu belirten biri veya birileri, bırakın insan yakmayı bir karıncayı dahi incitemez.
İşte bu yüzden “yeniden” haykırmak lazım;
Eğer bilerek, isteyerek, farkındalıkla bırak bir insanı incitmeyi, diri diri yakmayı, onun acısı üzerinde tepinmeyi; yerdeki bir karıncaya dahi zarar verdiğinde yüreğin burkulmuyor, sol yanın acımıyorsa senin tüm doğrularının canı cehenneme.
Peki, neden bu ve benzeri olaylar tekrar ediyor?
Çünkü bizler, kendini sadece “öteki” bellediklerimiz tarif edebilen, parçalanmış bir kimliğin evlatlarıyız. Kendini dünyanın jandarması olarak gören ve ele geçirdiği bilginin gücü ile son dört asırdır dünyanın her karışına zulüm yağdıran muktedirler; belki bizim Çanakkale’mizi geçemediler ama dedelerinden daha hırslı ve yazık ki daha güçlü bir halde zihin dünyamızı, gönül coğrafyalarımızı ele geçirdiler.
Bu satırlara yüreğini sağan biri olarak benimle birlikte inanıyorum ki sizler de yürek ülkemize dönüp kendi tenhamızda vicdanlarımızla baş başa kaldığımızda sızılarla yaşıyor, doğruyu ve yanlışı, haklıyı ve haksızı, suçluyu ve masumu, zorbayı ve mağduru hala ayırt edebiliyoruz.
Ama nedendir bilinmez buna rağmen toplamımız adalet, hakkaniyet, doğruluk ve dürüstlük, iyilik ve merhamet etmiyor. Zira hiçbirimiz içimizdeki vicdani ikazla yeşeren doğruluğun, dışımızdaki karanlığa kayıtsız esaretini kendimize izah edemiyoruz. Bu ifadesizlik, bu zihin işgali, bu yarım kimlik ise öfkeden bir ırmak oluyor ve bulabildiği ilk yatağa akıyor.
Bundan olsa gerek bir zamanlar, birbirine en benzemeyen insanlar arasında bile hukukun en hakkaniyetlisinin hüküm sürdüğü; ayrının az, aynının çok olduğu, insanlığa sevgiyi, barışı, merhamet ve adaleti öğreten bu topraklar; bugün atılan her fitne tohumunun yürek ve zihinlerde yeşermesi ile fesat ağacına dönüşerek birliği, beraberliği ve kardeşliği zehirliyor ve bu mümbit coğrafyayı ayrışmanın, bölünmenin, kendinden olmayanı hırs ateşiyle yok etmenin merkezi haline getiriyor.
Neye inandığımızı, aslında bizim kim olduğumuzu, neyi temsil ettiğimizi, elimizdeki kadim mirası ve ruh köklerimizdeki gerçek huzuru bize uzun uzun anlatacak, kimliğimizi benliğimizde aşikâr edecek kişi veya kişilerden de yaşam ve zihin konforlarımızı bozmamak adına uzak durmayı tercih ediyoruz.
Kendimizin ise zaten böyle bir arayışı yok.
İlk düğme doğru iliklenmediği için de üzerimizdeki iman elbisesi iğreti duruyor ve doğal olarak “bilinç boşlukları” oluşuyor. Muktedirlerce her türden algı mühendisliği faaliyeti, toplumsal bilinç boşlukları üzerinden gerçekleştirildiği için de bilincindeki boşlukları gidermeyi sürekli erteleyen bizim gibi toplumlar için de kötü sürprizlerin sonu maalesef gelmiyor.
Mademki kadim öğretilerimiz bugünü doğru okuyabilmek için atılacak et etkili adımın; geçmişte düşülen yanılgılarla dürüstçe yüzleşebilmek olduğunu fısıldıyor; öyleyse kendimizle yüzleşelim ve ortadaki yürek yakan tabloya rağmen kendi haklılıklarını sözüm ona parlatmak için, Sivas’taki “Madımak Katliamı” üzerinden Aziz Nesin’in “ateist” yönüne atıf yaparak “iyi oldu!” diyen güruha soralım;
Kalıplara dökülmüş sözlerin, önceden tanımlanmış duyguların, çatışmaya ayarlanmış fikirlerin, kimliksiz maskelerin, gıdası cehalet olan duruşların, putlaştırılmış sıradanlıkların, kabartılmış egoların, önem suyuna bandırılmış önemsizliklerin, bütün bu saçmalıkları meşrulaştıran güdük bahanelerin dünyasında; siz inancınızı yeşertip gönüller fethedemedi iseniz kişinin dininden, inancından, meşrebinden, namazından, orucundan, gittiği hac, yaptığı umreden size ne?
Bunlar bireysel ibadetler değil mi?
İman dediğiniz şey yürek işi değil mi?
Açıp da insanların yüreğine mi bakıyorsunuz ki insanlar hakkında hükümler vererek küstahça Rahman’ın tahsildarlığına soyunuyorsunuz?
“Bizim gibi düşünmüyor, bize biat etmiyor, bizim koyduğumuz düzene başkaldırıyor” diye Kerbela’da başta Hz Hüseyin(ra) olmak üzere 72 peygamber torununu kılıçtan geçirip, cesetlerini ‘kurdun kuşun rızkıdır’ diye çölde bırakarak sopalara taktıkları kesik başları sokaklarda dolaştıran Yezid ve avanesinden farkınız ne?
Elinde bıçak sözüm ona din adına(!) insan boğazlayanlardan farkınız, elinizde bıçak olmaması mı?
Ama “ateistim” diyerek Allah’ın varlığı ve birliğini inkâr ediyordu.
Eyvallah!
Peki, onun bu itirafı; senin onu ve onun gibileri yok etmesine kapı mı aralıyor, buna fetva mı veriyor; yoksa kendini, yaşam biçimini sorgulayıp “bunda benim payım ne?” demen için imkân mı yaratıyor?
Fikrin buysa ben “ateistim” diyen herkesi yakman, yok etmen mi gerekiyor?
Eğer cevabın evetse, dünyanın Müslüman olmayan 2/3 lük kısmını diri diri yakalım mı?
Külleri üzerinden zafer çığlıkları mı atalım?
Bunun adı düpedüz “faşizm” değil midir?
Bu fikriyatın, üç milyon Yahudi’yi diri diri fırınlarda yakıp küllerinden sabun yaptığı söylenen Hitler gibi bir zalimin ruh ve zihin dünyasından beslenmiyor mu?
Hepimizin evinin konforu, otomobilinin modeli, sahip olduğu teknolojik donanım, buzdolabının soğutma kapasitesi, çamaşır makinesinin kurutma performansı, televizyonun ekran büyüklüğü, bilgisayarının kapasitesi, dekorasyonunun trende uygunluğu, çocuğunun sınav performansı kadar değer ya da anlam taşır hale geldiği; çağa şekil vermen gerekirken tüm bunların rengini aldığın bu kirli çağda, sen de “Müslümanım” diyorsun;
Yaradılışta eş, inançta kardeş diyen ilahi beyana imanın nerde?
İnandığını sandığın kutsallarındaki ilahi beyanın, İlahlık taslayan “Firavun’a bile yumuşak davran” emrini kendi faşist anlayışının neresine sığdıracaksın?
İnandığını sandığın dinin ilahi beyanında yer alan “dinde zorlama yoktur” hükmünü kurum bağlamış zihnine ve cünüp ruhuna nasıl anlatacaksın?
Kendisine tam 21 yıl boyunca zulmeden, onu vatan toprağından hicrete zorlayan, yerine yurduna eşyasına el koyan, onun risaletini kabul ettiler diye sahabesine aklın alamayacağı her türlü işkenceyi reva görenleri affeden; yavrulamış bir köpeğin rahatı bozulmasın diye on bin kişilik ordunun yolunu Mekke yolunda değiştiren rahmetin yolu, senin yüreğinde nereye düşer?
Başından aşağı taşlar yağarken, nerdeyse tüm vücudu yara bere içinde kalmışken, yerinden yurdundan sürülürken dahi dili bedduaya varmayıp “bilmiyorlar, bilseler yapmazlardı” diyen nebevi soluk senin neyin olur?
İman ettiğini sandığın ilahi beyanın veya dipdiri varlığından hikmet emdiğin nebevi soluğun neresinde “senin gibi düşünmüyorlar, senin gibi inanmıyorlar” diye insanların diri diri yakılması var?
Her tarafı buram buram şüheda kokan bu mümbit coğrafyada toprak altındaki dirilerimiz biz “yaşayabilelim, geleceğe uzanabilelim, yeryüzünde sevgiyi, merhamet, barış ve adaleti sağlayabilelim” diye candan, yardan, serden vazgeçmediler mi?
Bu katliamın “inancına kesilen” faturasında, “hayır, binlerce kez hayır ki; benim inancımda karıncayı incitmeme dahi yer yoktur” hükmü, uykularını kaç kez kaçırdı?
Kalbinde bir muhabbet, hayatında bir güzellik, ahvalinde iyiye doğru bir gidiş yoksa bunun sebebi senin gibi inanmayanlar mı, yoksa ne evliyalığa razı olan ne de eşkıyalığı kabul eden nefsin mi?
Hangi ilahi hüküm veya nebevi emir, sana kendini başkalarının günahı üzerinden aklama hakkı verip çirkinden söz ederek güzelleşeceğini fısıldıyor?
Peki, genelde insan özelde Müslüman dediğimiz varlık; rüzgâr nereden ve hangi şiddetle eserse essin, örselenmek pahasına kendi öz duruşuyla omurgalı ve dimdik durabilen, sürüklenmemek için ruh köklerine sıkı sıkıya tutunabilen bir varlık değil miydi?
Evet!
Sayısını onlarca ve hatta yüzlerce artırabileceğimiz bu ve benzeri sorularla fark etmeliyiz artık;
Her anımızı dolu yaşamak istiyorsak; ilkin sahibi olan padişahın hürmetine gönül sarayımızı kinden, nefretten, buğzdan, düşmanlıktan temizleyelim ki, padişah gelip gönül tahtına otursun.
“Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız” Nebevi ikazınca ilk şartı sevgiye bağlanan iman dairesine adım atmak için tüm yaratılmışı dil, din, ırk, renk, mezhep, cinsiyet ayırmaksızın sevelim ki imanın kokusu o saraya yayılsın.
Hayatımızın her anına merhamet tohumları ekelim ki; yarın ötelerde gölgesinde dinlenebileceğimiz, ruhumuzun yaralarını sarabileceğimiz rahmet çınarlarımız olsun.
Bizim “bize borç verildiğimizi” fark edelim ki elimizdekinin emanet olduğu bilinciyle onu paylaşarak, vererek Rabbimizle alışveriş içine girelim.
Emin olun ki;
Bu alışverişle birlikte taş kesilen kalplerimiz yumuşayacak, ağlamayı unutan gözlerimiz çağıldayacak; kibir, hırs ve hevadan ördüğümüz duvarlar yıkılacak.
Bu sayede de merhamet ve sevgide sel gibi olacak; önümüze çıkan kim varsa kucaklayacağız öz kardeşimiz gibi veya mümin kâfir, canlı cansız bütün yaratılmışa ısısından ve ışığından asla ayırmadan ve esirgemeden sunan güneş gibi ısıtacağız yürekleri.
Biri gelip de her şeyi yeniden güzel ve doğru etsin diye bir “kurtarıcı” beklemeyeceğiz.
Mesela bir siyasetçi gelip düzeltmeyecek ülkeyi, bir arif çıkıp hakkını iade etmeyecek hakikatin, bir yazar yazdığı kitapla yeni baştan örmeyecek gök kubbemizi.
Biz, (ama her birimiz) bilgi- duygu birlikteliği içinde iyiyi bilip, doğrunun uğrunda can verecek erdeme eriştiğimiz için; içimizden çıkan siyasetçi de düzgün olacak, patron da Allah’tan korkacak, müteahhit de vebal diyecek, öğretmen de ibadet eder gibi ders anlatacak, doktor da hastasını emanet bilecek, hakim de istikbali pahasına adaleti savunacak ve bu sayede bu dünyaya gönderiliş gayemize
yeniden kavuşacak; içimizdeki dünyaya cennet kokusu aldırdığımız için de yaşadığımız dünya da cennete dönecek!
Cehalet ve hurafe bataklığında debelenenlerin hedefinde olmayı şeref kabul edenlerin sayısının çoğalacağı ümidi ile Sivas Madımak Oteli’ndeki katliamda yaşamını kaybedenleri rahmet ve saygıyla anıyor; vaktiyle büyük işler başarmış, şimdilerde yeni yeni bir iddia sahibi olan, elindekini yitirmemek için gayret eden, çoğaltmak için hayal kuran bir coğrafyanın mirasyedileri olarak her birimize farkındalık temenni ediyorum.